11 Aralık 2010 Cumartesi

Bay Şanslı


Ayıldığımda ellerim arkadan bağlı ve ağzım bantlı bir biçimde, kendi salonumda sandalyede oturuyordum. Hiçbir şey hatırlamıyordum. En son dışarıda arkadaşlarımla eğlenmiş ve eve gelmiştim, bir miktar da sarhoştum fakat bunu hatırlardım herhalde. Kapıya geldiğimi ve anahtarla kapımı zorladığımı hatırlıyorum vee şimdi buradayım.
Bu ne saçmalıktı, birinin aptalca bir şakası mıydı bu,  yoksa gerçekten yaşanıyor muydu? Salon dağılmamıştı, hırsızlık değildi belli ki. Çantam yanımda ve kurcalanmamış gibi duruyordu. Bense, neredeyse mumyalanmış gibi beceriksizce denilecek şekilde bağlanmıştım.
Böyle bir durumda ne yapılırdı ki? Bir miktar kıvrandım. Yok, mümkünü yoktu. Bağırmaya çalıştım sesim çıkmıyordu. Olduğum yerde derin bir çektim, ‘Evet sevgili hırsız ya da sapık her neysen karşındayım, alkol malkol kalmadı ayıldım sayende. Şansa bak! Milletin evine hırsız girer, soyar gider arkadaş. Bağlamak nedir yani? Hale bak.’
Böyle bir durumda heyecanımı, parça sakinliklerle bölmek âdetimdir. Huyum kurusun ki öyleyim. Fakat bir anda iç konuşmamı kesmemi sağlayacak sesler duydum, muhtemelen banyodan geliyordu, su sesiydi bu, kesik kesik su ve hışırtı sesi duyuyordum. Biri içerideydi. Gerçekten biri vardı evimde. İnsan bir anda kabullenemiyor. Kilitlendim haliyle. Tam o sırada karşı koltuğun yanında bir sırt çantası daha gördüm. Tanıdık değildi, adamındı belli ki.
‘Al işte,  mutlu musun şimdi? Kendi başıma eve çıkıcam da, ayaklarımın üstünde durucam da... Al sana ayaklarının üstü! Al sana ev! Hiç dinleme anneni babanı emi! Böyle olursun işte!’ Ben kendi kendime hayıflanırken bir anda salonun kapısında bir adam belirdi. Adam çıplaktı. Evet evet, şuan karşımda boxerıyla duran bir adam vardı. Bir sapıktı o. Deli gibi çırpınıp, bağırıyordum. Adeta çıldırmıştım.
 Koşarak yanıma geldi. ‘ Sakin ol, sakin ol lütfen! Sana zarar vermeyeceğim. Lütfen çırpınma, işimi daha da zorlaştırıyorsun!’ dedi. Durdum. Adamın suratında gerçekten de en ufak bir düşman ifade yoktu, çok temiz yüzlü biriydi. Hatta biraz da şapşal bakıyordu. 35 yaşlarında, kumral, gür saçlı, sakalsız, temiz yüzlü normal boy ve kiloda olan boxerlı biriydi. Kimsenin evine zorla girecek bir tipi yoktu. Suratından ve sesinden anlaşılan benden çok korku ve telaş içinde olduğuydu.
Kafamla işaret ederek ağzımı açmasını istedim. ‘Ağzını açamam, bunu yapamam, çünkü gecenin 3’ünde bu çok riskli olur. Merak etme sorularına cevap vereceğim’ dedi ve salonda volta atmaya başladı. O sırada boxerında yazan şey dikkatimi çekti, Mr. Lucky yazıyordu. Yani Bay Şanslı. Gerçekten Bay Şanslı’nın ne anlatacağını merak ediyordum.
‘Öncelikle çıplak olmam seni korkutmasın üstümü banyonda çıkardım. Üzerine, şey... kan bulaşmıştı. Deterjanlarınla yıkamaya çalıştım ama olmadı’ dedi.
Gözlerim bir anda fal taşı gibi açılınca, elleriyle hayır hayır şeklinde işaretler yaparak ‘Merak etme kimseye zarar vermedim, yani isteyerek yapmadım… Bir şekilde orada olmam gerekiyordu… Mecburdum… Ama benim yüzümden değil… Ben istemedim… ‘dedi.
Pek de şanslı değilmişsin be Bay Şanslı diye geçirdim içimden, ama hareketlerinden ve korkusundan bana zarar vermeyeceğine emin olmuştum artık.
‘İçeri nasıl girdiğimi de merak ediyor olmalısın’ dedi. ‘Balkon kapısı açıktı, oradan girdim, ev boş mu diye bakarken, sen kapıyı açıp içeri girdin ve daha ışığı yakamadan seni bununla bayılttım, pek zor olmadı’ diyerek cebinden pamuk gibi bir şey çıkardı. İnanamıyordum resmen bir Gülşen Bubikoğlu, bir Türkan Şoray gibi eterli pamukla bayıltılmıştım. Ve işin acıklı kısmı onlar kadar da kafam çalışmıyordu çünkü balkonun kapısını da adeta bir enayi gibi açık bırakmıştım.  Üstüne üstlük de eve sarhoş gelmiştim, neredeyse adamın koluna bayılacakmışım. Bayıltmak pek zor olmamışmış! Lafa bak, lafa!’
Adam hem konuşuyor, hem de evin içinde dolaşıyordu. Gözü bir an, salonda alkoller ve bardakların durduğu masaya ilişti. ‘Biraz içebilir miyim?, gerçekten ihtiyacım var şuan’ dedi. Kafamı sağa çevirdim ‘iyi peki’ dercesine, çünkü beyefendinin elinde tuttuğu, sahip olduğum en pahalı içkiydi. Evet bay şanslı gerçekten talihin döndü galiba. Ben bunları düşünürken bardakların birinin içinde duran puroları da fark etti ve onlardan birini de eliyle göstererek, kafasıyla onay istedi. Onayladım ve içkiyi kadehe doldurdu, büyük bir yudum aldı, almasıyla öksürmeye başlaması bir oldu. Yaktı mı boğazını bay şanslı, işte böyle yapar adamı benim alkolüm. Resmen tanımadığım adama küsmüştüm oracıkta. Bıraksındı alkolümü, puromu. Ben kıyıp içemiyorum onları daha. Öksürüğü bitince ‘baya sertmiş’ dedi. Başımı ve kaşlarımı yukarı kaldırıp başka yere bakarak tribimi yaptım oracıkta.  Servetimdi onlar benim.
Pencerenin önündeki koltuğa oturdu. O kadar salaktı ki, mahallenin kızının evinde donlu bir adamın varlığının fark edilmeyeceğini düşünerek salınıyordu pencerenin önünde. ‘Herkesler bilecek oğlum eşkâlini, sen daha uyu bakalım’ dedim içimden. Karşımda elinde içkisi ve purosu oturuyordu. Koltuğun yanındaki ufak sehpadaki magazin dergisini gördü.
Dergiyi eline aldı ve tiksintiyle baktı ve ‘İşte bu papyonlu adamlar… Bu boyalı saçlı kadınlar yüzünden her şey…’ diye kendi kendine sayıklamaya başladı.
‘Onlar yüzünden buradayım ben…’ dedi ve bir anda ayağa fırladı.
‘SEN.. Onlar yüzünden bağlısın aslında ve ben hep onlar yüzünden böyle donla duruyorum!’
Streslenmişti. Beni de strese sokuyordu puştun evladı, hem evime gelip alkolümü içmişti, hem de babasının ahırı gibi bağırıp çağırıyordu. Artık adama karşı olan bütün sempatimi yitirmiştim. Kaşlarım çatılmıştı bir kere. Tam o anda telefonu çaldı. Bir anda siniri iğneyle çekilmiş gibi silindi adamın suratından, tam bir saniyede tüm suratı dehşet içindeydi. Benle göz göze geldi ve açtı telefonu. ‘Ne diyorsun, Mithat? Saçmalama, çok gizli davrandım, kimseye görünmedim. Çok dikkatliydim diyorum sana… yerimi bulmaları mümkün değil. Dur kapatma, ne yapıcam ben şimdi Mithat? Dur!’ Telefon belli ki yüzüne kapanmıştı. Birkaç saniye telefonun boş ekranına sonra da bana baktı. Benim de sinirim bir anda çekilmişti ve evet, şuan korkuyordum.
Kim peşindeydi bu adamın? Ne oluyordu? Ben de olaya dâhil olmuş muydum artık? Tıpkı bir tavşan gibi, bir kulağım bükük kalmıştım öylece. Göz göze geldik. Ve Bay Şanslı hızlıca içeri gitti, biraz sonra ıslak kıyafetlerini giymişti ve tekrar karşımdaydı. Yanıma geldi.
‘Özür dilerim. Rahatsızlık verdiğim için çok, çok üzgünüm.’
Sesi titriyordu, adeta bir kurbanlık koyun gibi çaresiz görünüyordu ve galiba gözleri dolmuştu. Arkama geçti, ellerimi çözdü.  Ayağa kalkıp yüzüme bir kere daha baktı, ‘Çok özür dilerim.’ dedi ve kapıdan çıkıp gitti. Hiç hareket edemedim, kilitlenip kalmıştım. Silkinerek bağların içinden çıktım ve yavaşça ağzımdaki bandı çıkardım.  Bir an ağzımdan hiç ses çıkmadı. Yaşadığım birkaç saat çok mantıksız geliyordu. Yaşanmamış gibiydi. Saate baktım 5 olmuştu. Hava aydınlanıyordu. Hala bir şey söyleyemiyordum. Masadaki şişeyi gördüm ve onu boğazımdan aşağı diktim. Yakmıştı beni de. Kafamı indirdiğimde koltuğun kenarındaki çantayı tekrar fark ettim, almayı unutmuştu. Tekrar tekrar çantaya dikiyordum gözümü.  İçerisine bakmak dahi istemiyordum. ne vardı ki içinde. para mı?, kesik kafa mı? ne vardı yani?
Ulan dedim, hangi beyinsiz olayın ortasında en önemli şeyi unutur gider. off. camdan atsam bi dert, açsam, yok etsem bi dert, arkasından mı koşıyım napıyım? stresle iş yaparsan olacağı bu. Mal mısın arkadaşım? salak mısın, mafya lan bu. zayıf halka bana çattı amk. dahil olmak istemiyorum ya ben bu işe. hem tecrübem yok hiç, leğende falan boğarlar beni. ölmek istemiyorum ben ya, daha gencim ben, daha üniversite bitecek, yüksek var daha, bankada birikmiş param var allahsız herif.
hay senin çantalı mafya zincirine de, şanslı donuna da ulan.
hay senin fonksiyonsuz beynine de, stresine de,
hay senle yarışıp geçemeyen sperme be.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder