24 Aralık 2010 Cuma

‘Maya’ lı, bana düşman mısın?



Foton çağı. Yani bizim anlayacağımız haliyle ‘ışık çağı’. İsviçreli bilim adamları ve Norveçli balıkçılar,  maya takviminde bahsedilen boyut değişimine iyice açıklık getirmişler.

Söylenilene göre foton çağında insanlar birbirlerinin düşüncelerini okuyabilecekmiş.
Şimdi arkadaşım, öyle bir şey olmaz. Öyle dünyada yaşanmaz. 
Fotonunda değilim, taş üstünde taş kalmaz. 
Bu durumu iyice kavramak için şimdi zamanda bir miktar geriye gidelim. 
Bir miktar dediğim yüz otuz bin yıl kadar. 

Görüyoruz ki insan toplum içerisinde yaşayan bir varlık. Fakat esasında toplum halinde yaşamak hiç de onun yaratılışına uygun değil. O hâlihazırda tam bir bencil gibi kendi kararlarına yoğunlaşan, çoğu zaman çevresini dinlemeyen, kendi dedikleri üzerine yanıp tutuşan bir varlık. Ayrıca toplumla yaşamaya uygun olmaması yetmiyormuş gibi kendi başına ayakta kalmayı da beceremez. Börtü böceğe, hayvana yem olur, açlıktan ölür. İlle de topluma muhtaçtır. Esasında hani sanki evrim bu yaratığı zorla silmek istemiş fakat kendisi ısrarla ‘hayır silinmeyeceğim gerekirse toplum halinde yaşarım yine de silinmem’ demiş ve evrim basamaklarını tam bir sinsi gibi bir bir atlamış. 
Peki bu süreçte neler oldu? İnsan kendini topluma nasıl adapte etti? 
Çok basit. 
İnsan yalanı buldu. 
Yalan ve eksik bilgi sayesinde insanın en önemli varoluş becerisi ‘birbirinden bilgi gizleyebilme’ oldu. Bu sistem içerisinde elbette evrildi ama kafasına göre evrildi icabında. Düşündü dedi ki; ‘yahu bu benim kankamın sevgilisi taş gibi, ama şimdi bu bilgiyi arkadaşıma vermenin ne lüzumu var’ ya da sevgilisi geldi sordu ‘tatlım bu elbise beni şişman mı gösterdi?’ ‘hayır tatlım, her zaman ki gibi çok güzelsin’ dedi, kıvırdı. Bir başka örnek, patronu geldi  ‘onu yetiştirmemişsin, bunu yapmamışsın’ diye vıdıvıdı konuşuyor.  İçinden saydı sövdü dışından ‘peki efendim' dedi. Böylelikle kendi kendine -çok da lazımmış gibi- toplum içinde mutlu huzurlu bir yaşam ortamı yarattı. Hem de stresini bir şekilde kendi kendine yatıştırdı.
Tüm bunları yalanla dolanla becerdi dediysem yanlış anlamayın hemen, bir fesatlık bir kötü niyet yok. Masumane ve naçizane bir orta noktayı bulma, yaşamını idame ettirebilme çabasıydı bu. Adeta bir denge, bir Ying Yang felsefesi buldu insan. 
Böylelikle herkes gerektiği kadar konuştu, kime neyi ne kadar söyleyeceğini ayarladı. 
Hani ne dedikodudan yoksun kalacak, ne de onla bunla arasını bozacak, düzenini dağıtacak. 
Tam ortada, çok ince, çok klâs bir çizgi belirledi. 

Amma velâkin sen gel şimdi elin ışık çağında bunları ifşa et.Yapılır mı adama bu? Ben yıllarca evrileyim geleyim, neyi, nasıl, hangi ses tonumla söyleyeceğim, fikrimi hangi bakışlarla destekleyeceğim, bulayım, ayarımı yapayım. Sen gel bana de ki, ‘herkes birbirinin düşüncesini okuyacak, gizli saklı kalmayacak?’ Olmaz arkadaşım olmaz. Sosyal yaşam biter, yuvalar yıkılır yok yere. Doğal afetlerinize, ışık hızınıza falan bir şey demedik ama burada bir duracaksın.

Gel, bunu bir örnek üzerinden inceleyelim. Misal cemil’i ele alalım. Cemil yirmi üç yaşında bir delikanlı. Bir Pazar günü sevgilisini takmış koluna yürüyor. Dalyan gibi adam, sevgilisi de afet. Yanlarından mahallenin bir genç çocuğu geçiyor, kızın güzelliği görüyor. ‘ah ulan ah, bulamadık ki şöylesini!’ diye geçiriyor içinden. Eyvahlar olsun, artık sır söylendi, pis bir hal aldı.  Cemil şimdi ne yapacak? Duracak mı? Kız da duydu denileni. Cemil mecbur o çocuğun üzerine atlayacak. Neden? E herkes duygu belki ilerde bankta oturanlar da kulak misafiri oldular, düşünceyi okudular. Demezler mi? ‘Adama bak hele, amma pısırıkmış, kalıbına baksan adam sanırsın’ diye. Üzerine uçması lazım Cemil’in. İlle dayaklar atılacak kafa göz patlayacak. Zorla cemili katil ettiniz.
Peki ya onu da geçtim, liselerimiz, onlar ne olacak? Burada ergenden bahsediyoruz. Bilim adamları hala bunun üzerinde çalışıyorlar ama ergenin gücünden ve tutarsızlığından korktuklarından konusunu bile açamıyorlar ortalıkta. foton moton bilmez bunlar, dinletemezsin.
E peki ne oldu sonunda? Yumruklar tekmeler, ellerde yolunmuş saçlar,daha hala foton çağında adam dövdüreceksiniz millete. 
Yazık, avcı ve toplayıcı atalarınızdan utanın, bir şekilde eksiğiyle aksağıyla evrilip bu günlere gelmişiz. Bu saatten sonra bırakın, şu ışığın, uzayın keyfini ağız tadıyla yaşayalım. Emekliliğim geldiğinde ortalıkta kavga gürültü istemiyorum ben.  Hadi bana acımadınız, ortada sürpriz diye bir şey kalmayacak, tek taş bekleyen genç kızlarımıza yazık değil mi?  Ya da kiminle birlikte olduğunu daha medyaya açıklamamış olan Tarkan’a? He? Bunlar ne olacak? Hadi hepsini bırak insan evladı içinden kendi kendine konuşmaya bayılır. Metroda, otobüste, minibüste içinden ‘tipe bak’ ‘anası babası yok mu bunun’ ‘ aha geliyor, yer vermeyeyim de göt olsun teyze’ gibi düşüncelerle her gittiği yerde birbirini izlemek ve birbiri hakkında yorum yapmak zorundadır. Yoksa günü kötü geçer yani. Anlatabiliyor muyum? 
Eğer bu foton çağının arkasında uzaylılar varsa onlara da buradan söylüyorum. O iş olmaz arkadaşım. Bak olmadı ben hafta içi her gün saat 6da çıkıyorum, Taksim’deyim. Okul çıkışı sana da uyarsa, bana bir uğra, şurada aşağıda bir kaç kadeh  bir şey içer konuşuruz. Orta yolda anlaşırız. Yoksa başka türlü sana buradan ekmek çıkmaz. Benden söylemesi.


Not; Bu arada bu adamların adları 'mayalılar' değil 'mayalar', keza araştırmalarımın başında google'a 'mayalılar' yazdım, mayalı poğaça çıktı. Bilginize.



11 Aralık 2010 Cumartesi

Bay Şanslı


Ayıldığımda ellerim arkadan bağlı ve ağzım bantlı bir biçimde, kendi salonumda sandalyede oturuyordum. Hiçbir şey hatırlamıyordum. En son dışarıda arkadaşlarımla eğlenmiş ve eve gelmiştim, bir miktar da sarhoştum fakat bunu hatırlardım herhalde. Kapıya geldiğimi ve anahtarla kapımı zorladığımı hatırlıyorum vee şimdi buradayım.
Bu ne saçmalıktı, birinin aptalca bir şakası mıydı bu,  yoksa gerçekten yaşanıyor muydu? Salon dağılmamıştı, hırsızlık değildi belli ki. Çantam yanımda ve kurcalanmamış gibi duruyordu. Bense, neredeyse mumyalanmış gibi beceriksizce denilecek şekilde bağlanmıştım.
Böyle bir durumda ne yapılırdı ki? Bir miktar kıvrandım. Yok, mümkünü yoktu. Bağırmaya çalıştım sesim çıkmıyordu. Olduğum yerde derin bir çektim, ‘Evet sevgili hırsız ya da sapık her neysen karşındayım, alkol malkol kalmadı ayıldım sayende. Şansa bak! Milletin evine hırsız girer, soyar gider arkadaş. Bağlamak nedir yani? Hale bak.’
Böyle bir durumda heyecanımı, parça sakinliklerle bölmek âdetimdir. Huyum kurusun ki öyleyim. Fakat bir anda iç konuşmamı kesmemi sağlayacak sesler duydum, muhtemelen banyodan geliyordu, su sesiydi bu, kesik kesik su ve hışırtı sesi duyuyordum. Biri içerideydi. Gerçekten biri vardı evimde. İnsan bir anda kabullenemiyor. Kilitlendim haliyle. Tam o sırada karşı koltuğun yanında bir sırt çantası daha gördüm. Tanıdık değildi, adamındı belli ki.
‘Al işte,  mutlu musun şimdi? Kendi başıma eve çıkıcam da, ayaklarımın üstünde durucam da... Al sana ayaklarının üstü! Al sana ev! Hiç dinleme anneni babanı emi! Böyle olursun işte!’ Ben kendi kendime hayıflanırken bir anda salonun kapısında bir adam belirdi. Adam çıplaktı. Evet evet, şuan karşımda boxerıyla duran bir adam vardı. Bir sapıktı o. Deli gibi çırpınıp, bağırıyordum. Adeta çıldırmıştım.
 Koşarak yanıma geldi. ‘ Sakin ol, sakin ol lütfen! Sana zarar vermeyeceğim. Lütfen çırpınma, işimi daha da zorlaştırıyorsun!’ dedi. Durdum. Adamın suratında gerçekten de en ufak bir düşman ifade yoktu, çok temiz yüzlü biriydi. Hatta biraz da şapşal bakıyordu. 35 yaşlarında, kumral, gür saçlı, sakalsız, temiz yüzlü normal boy ve kiloda olan boxerlı biriydi. Kimsenin evine zorla girecek bir tipi yoktu. Suratından ve sesinden anlaşılan benden çok korku ve telaş içinde olduğuydu.
Kafamla işaret ederek ağzımı açmasını istedim. ‘Ağzını açamam, bunu yapamam, çünkü gecenin 3’ünde bu çok riskli olur. Merak etme sorularına cevap vereceğim’ dedi ve salonda volta atmaya başladı. O sırada boxerında yazan şey dikkatimi çekti, Mr. Lucky yazıyordu. Yani Bay Şanslı. Gerçekten Bay Şanslı’nın ne anlatacağını merak ediyordum.
‘Öncelikle çıplak olmam seni korkutmasın üstümü banyonda çıkardım. Üzerine, şey... kan bulaşmıştı. Deterjanlarınla yıkamaya çalıştım ama olmadı’ dedi.
Gözlerim bir anda fal taşı gibi açılınca, elleriyle hayır hayır şeklinde işaretler yaparak ‘Merak etme kimseye zarar vermedim, yani isteyerek yapmadım… Bir şekilde orada olmam gerekiyordu… Mecburdum… Ama benim yüzümden değil… Ben istemedim… ‘dedi.
Pek de şanslı değilmişsin be Bay Şanslı diye geçirdim içimden, ama hareketlerinden ve korkusundan bana zarar vermeyeceğine emin olmuştum artık.
‘İçeri nasıl girdiğimi de merak ediyor olmalısın’ dedi. ‘Balkon kapısı açıktı, oradan girdim, ev boş mu diye bakarken, sen kapıyı açıp içeri girdin ve daha ışığı yakamadan seni bununla bayılttım, pek zor olmadı’ diyerek cebinden pamuk gibi bir şey çıkardı. İnanamıyordum resmen bir Gülşen Bubikoğlu, bir Türkan Şoray gibi eterli pamukla bayıltılmıştım. Ve işin acıklı kısmı onlar kadar da kafam çalışmıyordu çünkü balkonun kapısını da adeta bir enayi gibi açık bırakmıştım.  Üstüne üstlük de eve sarhoş gelmiştim, neredeyse adamın koluna bayılacakmışım. Bayıltmak pek zor olmamışmış! Lafa bak, lafa!’
Adam hem konuşuyor, hem de evin içinde dolaşıyordu. Gözü bir an, salonda alkoller ve bardakların durduğu masaya ilişti. ‘Biraz içebilir miyim?, gerçekten ihtiyacım var şuan’ dedi. Kafamı sağa çevirdim ‘iyi peki’ dercesine, çünkü beyefendinin elinde tuttuğu, sahip olduğum en pahalı içkiydi. Evet bay şanslı gerçekten talihin döndü galiba. Ben bunları düşünürken bardakların birinin içinde duran puroları da fark etti ve onlardan birini de eliyle göstererek, kafasıyla onay istedi. Onayladım ve içkiyi kadehe doldurdu, büyük bir yudum aldı, almasıyla öksürmeye başlaması bir oldu. Yaktı mı boğazını bay şanslı, işte böyle yapar adamı benim alkolüm. Resmen tanımadığım adama küsmüştüm oracıkta. Bıraksındı alkolümü, puromu. Ben kıyıp içemiyorum onları daha. Öksürüğü bitince ‘baya sertmiş’ dedi. Başımı ve kaşlarımı yukarı kaldırıp başka yere bakarak tribimi yaptım oracıkta.  Servetimdi onlar benim.
Pencerenin önündeki koltuğa oturdu. O kadar salaktı ki, mahallenin kızının evinde donlu bir adamın varlığının fark edilmeyeceğini düşünerek salınıyordu pencerenin önünde. ‘Herkesler bilecek oğlum eşkâlini, sen daha uyu bakalım’ dedim içimden. Karşımda elinde içkisi ve purosu oturuyordu. Koltuğun yanındaki ufak sehpadaki magazin dergisini gördü.
Dergiyi eline aldı ve tiksintiyle baktı ve ‘İşte bu papyonlu adamlar… Bu boyalı saçlı kadınlar yüzünden her şey…’ diye kendi kendine sayıklamaya başladı.
‘Onlar yüzünden buradayım ben…’ dedi ve bir anda ayağa fırladı.
‘SEN.. Onlar yüzünden bağlısın aslında ve ben hep onlar yüzünden böyle donla duruyorum!’
Streslenmişti. Beni de strese sokuyordu puştun evladı, hem evime gelip alkolümü içmişti, hem de babasının ahırı gibi bağırıp çağırıyordu. Artık adama karşı olan bütün sempatimi yitirmiştim. Kaşlarım çatılmıştı bir kere. Tam o anda telefonu çaldı. Bir anda siniri iğneyle çekilmiş gibi silindi adamın suratından, tam bir saniyede tüm suratı dehşet içindeydi. Benle göz göze geldi ve açtı telefonu. ‘Ne diyorsun, Mithat? Saçmalama, çok gizli davrandım, kimseye görünmedim. Çok dikkatliydim diyorum sana… yerimi bulmaları mümkün değil. Dur kapatma, ne yapıcam ben şimdi Mithat? Dur!’ Telefon belli ki yüzüne kapanmıştı. Birkaç saniye telefonun boş ekranına sonra da bana baktı. Benim de sinirim bir anda çekilmişti ve evet, şuan korkuyordum.
Kim peşindeydi bu adamın? Ne oluyordu? Ben de olaya dâhil olmuş muydum artık? Tıpkı bir tavşan gibi, bir kulağım bükük kalmıştım öylece. Göz göze geldik. Ve Bay Şanslı hızlıca içeri gitti, biraz sonra ıslak kıyafetlerini giymişti ve tekrar karşımdaydı. Yanıma geldi.
‘Özür dilerim. Rahatsızlık verdiğim için çok, çok üzgünüm.’
Sesi titriyordu, adeta bir kurbanlık koyun gibi çaresiz görünüyordu ve galiba gözleri dolmuştu. Arkama geçti, ellerimi çözdü.  Ayağa kalkıp yüzüme bir kere daha baktı, ‘Çok özür dilerim.’ dedi ve kapıdan çıkıp gitti. Hiç hareket edemedim, kilitlenip kalmıştım. Silkinerek bağların içinden çıktım ve yavaşça ağzımdaki bandı çıkardım.  Bir an ağzımdan hiç ses çıkmadı. Yaşadığım birkaç saat çok mantıksız geliyordu. Yaşanmamış gibiydi. Saate baktım 5 olmuştu. Hava aydınlanıyordu. Hala bir şey söyleyemiyordum. Masadaki şişeyi gördüm ve onu boğazımdan aşağı diktim. Yakmıştı beni de. Kafamı indirdiğimde koltuğun kenarındaki çantayı tekrar fark ettim, almayı unutmuştu. Tekrar tekrar çantaya dikiyordum gözümü.  İçerisine bakmak dahi istemiyordum. ne vardı ki içinde. para mı?, kesik kafa mı? ne vardı yani?
Ulan dedim, hangi beyinsiz olayın ortasında en önemli şeyi unutur gider. off. camdan atsam bi dert, açsam, yok etsem bi dert, arkasından mı koşıyım napıyım? stresle iş yaparsan olacağı bu. Mal mısın arkadaşım? salak mısın, mafya lan bu. zayıf halka bana çattı amk. dahil olmak istemiyorum ya ben bu işe. hem tecrübem yok hiç, leğende falan boğarlar beni. ölmek istemiyorum ben ya, daha gencim ben, daha üniversite bitecek, yüksek var daha, bankada birikmiş param var allahsız herif.
hay senin çantalı mafya zincirine de, şanslı donuna da ulan.
hay senin fonksiyonsuz beynine de, stresine de,
hay senle yarışıp geçemeyen sperme be.







1 Aralık 2010 Çarşamba

Arkadaşım, sen neyin peşindesin?

Bankam beni kara listeye almıştı. Okul çıkışında bankaya gittim, parayı bankamatikten ödeyeyim derken makine kartıma el koydu. Sinirlenerek bankaya giriş yaptım, sıra aldım ve beklemeye başladım.  Sinir ve stresim had safhadayken onu gördüm. Bankanın ortasında volta atıyor, zaten düzgün olan broşürleri daha da düzeltiyordu. Bankanın güvenlik görevlisiydi o. 
Kendisi 45-47 yaşlarında, uzun boylu, normal kiloda, biçimsiz vücutlu, kel ve gözlüklü bir adamdı. Yüzündeki en belirgin şey, alnındaki iki derin çizgiydi, hatta çizgi değil adeta birer yarık, birer kanyondu onlar. Bir miktar izledikçe çizgilerin nasıl oluştuğunu anladım, bu adamın kaşları sürekli olarak çatıktı. Sürekli suratında tatminsiz bir ifade, bir mutsuzluk,  bir ‘ne saçmalıyorsunuz siz?’ bakışı hâkimdi. Bu kadarı onu seçmek için yeterliydi, ondan iyisini mi bulacaktım sanki. Hemen ufak bir not defteri çıkarıp, ağırdan bir şeyler çiziktirmeye başladım.
Hedefim elleri arkasında kavuşturulmuş olarak bankayı dolaşıyor, arada da tüm kağıtları inceliyor, broşürler konusunda ise simetriden simetriye koşuyordu. Ya bir düzen hastasıydı bu adam ya da çok sıkılıyordu. Bankanın ortasındaki masasına oturdu, gazete okumaya başladı, gazeteyi görmeliydim. Bu önemli bir bilgiydi. Yerimden kalktım ve masasına yaklaştım, beni fark edince çerçevesiz gözlüklerinin üstünden bana baktı. Hemen kafamı kasalara çevirip, gözlerimi kısarak ‘benim sıram gelmedi mi ya?’ bakışı attım. Önüne döndü. Gazeteyi göremeden katladı ve çöpe fırlattı. Altında metal konstrüksiyonla alakalı bir dergi vardı. Bina iskeletleriyle dolu bir sayfaya neredeyse iki dakika boyunca baktı. Bu ilgi alanı bana orijinal gelmişti.  Dergiyi ilgiyle inceliyordu, fakat ilginç olan adamın hala suratsız oluşuydu,  önündeki kâğıt parçasına bile gıcık olduğu belliydi, içten içe bir gerginlik seziliyordu. Parmaklarına baktım yüzük yoktu. Demek ki ya bekâr ya da belki boşanmıştı. Stresi ve herkese güvensiz bakışları böyle açıklanabilirdi. Belki de broşürler gibi mesleğini de fazla ciddiye almış, strese girmiş olup, her müşteriye potansiyel bir tehlike olarak bakıyordu. Artık iletişim kurmalı, en azından sesini duymalıydım. Yanına gittim ve ‘bankamatik kartımı yuttu da..’ dedim. Şu bayanla konuşun dedi. Mecbur o tarafa gittim, adamın gözünden kaybolduğumda biraz bekleyip döndüm. Bu noktada ödevim için çıkarımım şuydu; adam konuşmayı pek sevmiyordu, fakat birkaç dakika sonra bu çıkarım; adam şarkı söylemeyi seviyor olacaktı, çünkü kendi kendine bir türkü mırıldandığını duymuştum. Bu cesaret istiyordu, hoşuma gitmişti.
Yaklaşık beş dakika sonra adam kapıya yöneldi. Güvenlik çıkıp nereye giderdi ki? Görevi buradaydı. Arkasından gitmeli miydim? Kasalardaki sayıya baktım bana 2 kişi vardı, sıram her an gelebilirdi! Kara liste mi? Sonkan hoca mı? Bir seçim yapmalıydım, durdum ve ‘Eeh! Bırak şimdi’ dedim! ‘bırak kara listeyi falan, adam ilk defa görevi dışında bir şey yapıyor, peşinden gitmeliyim.’ Ve sıra kağıdını buruşturup yere fırlatarak çıktım o bankadan. İlk kısım gerekli değildi ama kaptırmıştım kendimi. Peşinden gittim, hayır sigaraya çıkmamıştı, istiklalde aşağıya doğru yürüyordu. Bir ayakkabıcıya girdi. Ben dışarıdaydım. Biriyle selamlaştı ve ondan eczane poşeti  gibi bir şey aldı. Çıkıyordu, hemen ordan kaçmalıydım, bankaya koştum. 193! Sıram gelmişti! Kağıdım, kağıdımı bulmalıydım, attığım yerde duruyordu, yerden aldığım gibi kasaya koştum, ve o lanet borcumu ödedim. Kasadaki adama söyleyeceğimi söyleyip,  nutuğumu attıktan sonra tekrar iş başındaydım. Hala dışarıdaydı, bankanın önünde aynı adamla konuşuyordu. Yanlarına gittim bankanın camına dayandım ve çantamı karıştırmak suretiyle kamufle olmaya çalıştım. Dedikleri zar sor duyuluyordu ama, ayakkabıcı şunları dedi; ‘ benim çok işime yaradı, hanım da memnun, çok inceleme içini suya karıştır iç’. 
Adam içeri girmişti, bense dışarıda bekliyor, içeriyi dikizliyordum. Bankanın saksıdaki çiçeği sayesinde bir miktar kamufle olmuştum fakat mavi saçlarım hiç yardımcı olmuyordu. Ayrıca bu ne biçim güvenlik görevlisiydi, mavi saçlı, acayip bir kız elinde not defteriyle, bir şeyler yaza yaza neredeyse bir saattir içeriyi gözetliyor, adamın ruhu duymuyordu. Aklı başka bir yerdeydi belli ki! Tekrar iletişime geçmeli, içeri girmeliydim. Acaba tekrar sıra numarası alıp içeride otursa mıydım? Negatif! Banka kapanmak üzereydi, kimse yoktu, ortada kalırdım. Ayrıca tanınır ve şüphe çekerdim, kılık da değiştiremezdim çünkü Hollywood filminde değildim.  Kendime gelmeliydim bu sadece bir ödevdi fakat gizli görev kimliği çoktan bünyemi sarmıştı. Kapıya tekmeyi basıp, içeri girerek ‘FBI’ diye bağırmak istiyordum.
HEDEF: Güvenlik görevlisi.
FİZİKSEL ÖZELLİKLER: 1,80 boy, kel, gözlüklü, zayıf.
Peki ya ismi ne olabilirdi bu adamın? Sedat olabilir miydi? Negatif! Sedat için fazla hımbıldı. Peki ya murtaza? Hayır, o da çok muhafazakârdı. Belki Osman, ama hiçbir Osman metal konstrüksiyonla ilgilenmezdi bana göre. Bu duruş, kimseye güvenmeyen el kol hareketleri, gözlerdeki ‘sen neyin peşindesin?’ bakışı… ancak bir Nevzat, bir Ekrem olabilirdi bu adam.
Bekâr, mühendis ruhlu, cinsel hayatı problemli bir Ekrem. Özel güvenlik Ekrem.
Artık bu işe bir son vermeliydim, fakat önce son bir kez içeri girecektim, cam kapıya tıklattım. Ekrem kilitli kapıyı açtı, bakıyordu, ‘şey içeride bilekliğimi düşürmüşüm de bir bakabilir miyim?’ dedim. Yine cevap vermedi,kapıdan çekildi. Yalandan aranıyordum. ‘Nasıl bir şeydi?’ dedi. ‘ee kem küm, gümüş, düz bir şeydi’ dedim. Bu cevap hoşuna gitmedi. Ekrem yerlere bakınıyor bense tam bir sapık gibi erkemin üstüne başına bakıyordum.  ‘Yok’ dedi. ‘Sağlık olsun’ dedim. Cevap vermedi, çıktım. Dışarıda elim ayağım titriyordu. Tam bir sigara yakmanın vaktiydi fakat ne yazık ki bırakmıştım. Bu kadar heyecan bana yetmişti, çok da acıkmıştım, fakat görevi bırakmak istemiyordum. Adrenalin her şeydi. Bir karar vermeliydim, ya kendime ‘donut ve kahve’ alacak bir yer bulacaktım ya da buradan gitmeye karar vererek Kızılkayalarda  ‘ıslak’ yiyecektim. Bir anda ıslak hamburger düşüncesi beni içinde bulunduğum bu illüzyondan kurtardı. Her insan vücudu gibi benimki de lezzetli yiyecekler karşısında kayıtsız kalamıyordu. Islak hamburgeri seçtim ve erkeme son bir kez bakarak oradan uzaklaştım. Senin haberin yoktu Ekrem ama ben oradaydım ve senin peşindeydim.

sorbeniustana not; dışarı çıkıp herhangi birini gözlemleyip, sonra da hakkında yazı yazma çalışmasıdır. bu çalışma devam edecektir. Yeni hedefim olmak isteyenler; yorumlar kısmına iş,okul, ya da ev adreslerini bir vesikalık fotoğrafla birlikte bıraksınlar sonra da bütün evrakları 3. kattaki nebahat hanıma kaşeletip,  asansördeki salih beyin selamını alarak uzaklaşsınlar. orada zaten kime sorsalar gösterir.