24 Aralık 2010 Cuma

‘Maya’ lı, bana düşman mısın?



Foton çağı. Yani bizim anlayacağımız haliyle ‘ışık çağı’. İsviçreli bilim adamları ve Norveçli balıkçılar,  maya takviminde bahsedilen boyut değişimine iyice açıklık getirmişler.

Söylenilene göre foton çağında insanlar birbirlerinin düşüncelerini okuyabilecekmiş.
Şimdi arkadaşım, öyle bir şey olmaz. Öyle dünyada yaşanmaz. 
Fotonunda değilim, taş üstünde taş kalmaz. 
Bu durumu iyice kavramak için şimdi zamanda bir miktar geriye gidelim. 
Bir miktar dediğim yüz otuz bin yıl kadar. 

Görüyoruz ki insan toplum içerisinde yaşayan bir varlık. Fakat esasında toplum halinde yaşamak hiç de onun yaratılışına uygun değil. O hâlihazırda tam bir bencil gibi kendi kararlarına yoğunlaşan, çoğu zaman çevresini dinlemeyen, kendi dedikleri üzerine yanıp tutuşan bir varlık. Ayrıca toplumla yaşamaya uygun olmaması yetmiyormuş gibi kendi başına ayakta kalmayı da beceremez. Börtü böceğe, hayvana yem olur, açlıktan ölür. İlle de topluma muhtaçtır. Esasında hani sanki evrim bu yaratığı zorla silmek istemiş fakat kendisi ısrarla ‘hayır silinmeyeceğim gerekirse toplum halinde yaşarım yine de silinmem’ demiş ve evrim basamaklarını tam bir sinsi gibi bir bir atlamış. 
Peki bu süreçte neler oldu? İnsan kendini topluma nasıl adapte etti? 
Çok basit. 
İnsan yalanı buldu. 
Yalan ve eksik bilgi sayesinde insanın en önemli varoluş becerisi ‘birbirinden bilgi gizleyebilme’ oldu. Bu sistem içerisinde elbette evrildi ama kafasına göre evrildi icabında. Düşündü dedi ki; ‘yahu bu benim kankamın sevgilisi taş gibi, ama şimdi bu bilgiyi arkadaşıma vermenin ne lüzumu var’ ya da sevgilisi geldi sordu ‘tatlım bu elbise beni şişman mı gösterdi?’ ‘hayır tatlım, her zaman ki gibi çok güzelsin’ dedi, kıvırdı. Bir başka örnek, patronu geldi  ‘onu yetiştirmemişsin, bunu yapmamışsın’ diye vıdıvıdı konuşuyor.  İçinden saydı sövdü dışından ‘peki efendim' dedi. Böylelikle kendi kendine -çok da lazımmış gibi- toplum içinde mutlu huzurlu bir yaşam ortamı yarattı. Hem de stresini bir şekilde kendi kendine yatıştırdı.
Tüm bunları yalanla dolanla becerdi dediysem yanlış anlamayın hemen, bir fesatlık bir kötü niyet yok. Masumane ve naçizane bir orta noktayı bulma, yaşamını idame ettirebilme çabasıydı bu. Adeta bir denge, bir Ying Yang felsefesi buldu insan. 
Böylelikle herkes gerektiği kadar konuştu, kime neyi ne kadar söyleyeceğini ayarladı. 
Hani ne dedikodudan yoksun kalacak, ne de onla bunla arasını bozacak, düzenini dağıtacak. 
Tam ortada, çok ince, çok klâs bir çizgi belirledi. 

Amma velâkin sen gel şimdi elin ışık çağında bunları ifşa et.Yapılır mı adama bu? Ben yıllarca evrileyim geleyim, neyi, nasıl, hangi ses tonumla söyleyeceğim, fikrimi hangi bakışlarla destekleyeceğim, bulayım, ayarımı yapayım. Sen gel bana de ki, ‘herkes birbirinin düşüncesini okuyacak, gizli saklı kalmayacak?’ Olmaz arkadaşım olmaz. Sosyal yaşam biter, yuvalar yıkılır yok yere. Doğal afetlerinize, ışık hızınıza falan bir şey demedik ama burada bir duracaksın.

Gel, bunu bir örnek üzerinden inceleyelim. Misal cemil’i ele alalım. Cemil yirmi üç yaşında bir delikanlı. Bir Pazar günü sevgilisini takmış koluna yürüyor. Dalyan gibi adam, sevgilisi de afet. Yanlarından mahallenin bir genç çocuğu geçiyor, kızın güzelliği görüyor. ‘ah ulan ah, bulamadık ki şöylesini!’ diye geçiriyor içinden. Eyvahlar olsun, artık sır söylendi, pis bir hal aldı.  Cemil şimdi ne yapacak? Duracak mı? Kız da duydu denileni. Cemil mecbur o çocuğun üzerine atlayacak. Neden? E herkes duygu belki ilerde bankta oturanlar da kulak misafiri oldular, düşünceyi okudular. Demezler mi? ‘Adama bak hele, amma pısırıkmış, kalıbına baksan adam sanırsın’ diye. Üzerine uçması lazım Cemil’in. İlle dayaklar atılacak kafa göz patlayacak. Zorla cemili katil ettiniz.
Peki ya onu da geçtim, liselerimiz, onlar ne olacak? Burada ergenden bahsediyoruz. Bilim adamları hala bunun üzerinde çalışıyorlar ama ergenin gücünden ve tutarsızlığından korktuklarından konusunu bile açamıyorlar ortalıkta. foton moton bilmez bunlar, dinletemezsin.
E peki ne oldu sonunda? Yumruklar tekmeler, ellerde yolunmuş saçlar,daha hala foton çağında adam dövdüreceksiniz millete. 
Yazık, avcı ve toplayıcı atalarınızdan utanın, bir şekilde eksiğiyle aksağıyla evrilip bu günlere gelmişiz. Bu saatten sonra bırakın, şu ışığın, uzayın keyfini ağız tadıyla yaşayalım. Emekliliğim geldiğinde ortalıkta kavga gürültü istemiyorum ben.  Hadi bana acımadınız, ortada sürpriz diye bir şey kalmayacak, tek taş bekleyen genç kızlarımıza yazık değil mi?  Ya da kiminle birlikte olduğunu daha medyaya açıklamamış olan Tarkan’a? He? Bunlar ne olacak? Hadi hepsini bırak insan evladı içinden kendi kendine konuşmaya bayılır. Metroda, otobüste, minibüste içinden ‘tipe bak’ ‘anası babası yok mu bunun’ ‘ aha geliyor, yer vermeyeyim de göt olsun teyze’ gibi düşüncelerle her gittiği yerde birbirini izlemek ve birbiri hakkında yorum yapmak zorundadır. Yoksa günü kötü geçer yani. Anlatabiliyor muyum? 
Eğer bu foton çağının arkasında uzaylılar varsa onlara da buradan söylüyorum. O iş olmaz arkadaşım. Bak olmadı ben hafta içi her gün saat 6da çıkıyorum, Taksim’deyim. Okul çıkışı sana da uyarsa, bana bir uğra, şurada aşağıda bir kaç kadeh  bir şey içer konuşuruz. Orta yolda anlaşırız. Yoksa başka türlü sana buradan ekmek çıkmaz. Benden söylemesi.


Not; Bu arada bu adamların adları 'mayalılar' değil 'mayalar', keza araştırmalarımın başında google'a 'mayalılar' yazdım, mayalı poğaça çıktı. Bilginize.



11 Aralık 2010 Cumartesi

Bay Şanslı


Ayıldığımda ellerim arkadan bağlı ve ağzım bantlı bir biçimde, kendi salonumda sandalyede oturuyordum. Hiçbir şey hatırlamıyordum. En son dışarıda arkadaşlarımla eğlenmiş ve eve gelmiştim, bir miktar da sarhoştum fakat bunu hatırlardım herhalde. Kapıya geldiğimi ve anahtarla kapımı zorladığımı hatırlıyorum vee şimdi buradayım.
Bu ne saçmalıktı, birinin aptalca bir şakası mıydı bu,  yoksa gerçekten yaşanıyor muydu? Salon dağılmamıştı, hırsızlık değildi belli ki. Çantam yanımda ve kurcalanmamış gibi duruyordu. Bense, neredeyse mumyalanmış gibi beceriksizce denilecek şekilde bağlanmıştım.
Böyle bir durumda ne yapılırdı ki? Bir miktar kıvrandım. Yok, mümkünü yoktu. Bağırmaya çalıştım sesim çıkmıyordu. Olduğum yerde derin bir çektim, ‘Evet sevgili hırsız ya da sapık her neysen karşındayım, alkol malkol kalmadı ayıldım sayende. Şansa bak! Milletin evine hırsız girer, soyar gider arkadaş. Bağlamak nedir yani? Hale bak.’
Böyle bir durumda heyecanımı, parça sakinliklerle bölmek âdetimdir. Huyum kurusun ki öyleyim. Fakat bir anda iç konuşmamı kesmemi sağlayacak sesler duydum, muhtemelen banyodan geliyordu, su sesiydi bu, kesik kesik su ve hışırtı sesi duyuyordum. Biri içerideydi. Gerçekten biri vardı evimde. İnsan bir anda kabullenemiyor. Kilitlendim haliyle. Tam o sırada karşı koltuğun yanında bir sırt çantası daha gördüm. Tanıdık değildi, adamındı belli ki.
‘Al işte,  mutlu musun şimdi? Kendi başıma eve çıkıcam da, ayaklarımın üstünde durucam da... Al sana ayaklarının üstü! Al sana ev! Hiç dinleme anneni babanı emi! Böyle olursun işte!’ Ben kendi kendime hayıflanırken bir anda salonun kapısında bir adam belirdi. Adam çıplaktı. Evet evet, şuan karşımda boxerıyla duran bir adam vardı. Bir sapıktı o. Deli gibi çırpınıp, bağırıyordum. Adeta çıldırmıştım.
 Koşarak yanıma geldi. ‘ Sakin ol, sakin ol lütfen! Sana zarar vermeyeceğim. Lütfen çırpınma, işimi daha da zorlaştırıyorsun!’ dedi. Durdum. Adamın suratında gerçekten de en ufak bir düşman ifade yoktu, çok temiz yüzlü biriydi. Hatta biraz da şapşal bakıyordu. 35 yaşlarında, kumral, gür saçlı, sakalsız, temiz yüzlü normal boy ve kiloda olan boxerlı biriydi. Kimsenin evine zorla girecek bir tipi yoktu. Suratından ve sesinden anlaşılan benden çok korku ve telaş içinde olduğuydu.
Kafamla işaret ederek ağzımı açmasını istedim. ‘Ağzını açamam, bunu yapamam, çünkü gecenin 3’ünde bu çok riskli olur. Merak etme sorularına cevap vereceğim’ dedi ve salonda volta atmaya başladı. O sırada boxerında yazan şey dikkatimi çekti, Mr. Lucky yazıyordu. Yani Bay Şanslı. Gerçekten Bay Şanslı’nın ne anlatacağını merak ediyordum.
‘Öncelikle çıplak olmam seni korkutmasın üstümü banyonda çıkardım. Üzerine, şey... kan bulaşmıştı. Deterjanlarınla yıkamaya çalıştım ama olmadı’ dedi.
Gözlerim bir anda fal taşı gibi açılınca, elleriyle hayır hayır şeklinde işaretler yaparak ‘Merak etme kimseye zarar vermedim, yani isteyerek yapmadım… Bir şekilde orada olmam gerekiyordu… Mecburdum… Ama benim yüzümden değil… Ben istemedim… ‘dedi.
Pek de şanslı değilmişsin be Bay Şanslı diye geçirdim içimden, ama hareketlerinden ve korkusundan bana zarar vermeyeceğine emin olmuştum artık.
‘İçeri nasıl girdiğimi de merak ediyor olmalısın’ dedi. ‘Balkon kapısı açıktı, oradan girdim, ev boş mu diye bakarken, sen kapıyı açıp içeri girdin ve daha ışığı yakamadan seni bununla bayılttım, pek zor olmadı’ diyerek cebinden pamuk gibi bir şey çıkardı. İnanamıyordum resmen bir Gülşen Bubikoğlu, bir Türkan Şoray gibi eterli pamukla bayıltılmıştım. Ve işin acıklı kısmı onlar kadar da kafam çalışmıyordu çünkü balkonun kapısını da adeta bir enayi gibi açık bırakmıştım.  Üstüne üstlük de eve sarhoş gelmiştim, neredeyse adamın koluna bayılacakmışım. Bayıltmak pek zor olmamışmış! Lafa bak, lafa!’
Adam hem konuşuyor, hem de evin içinde dolaşıyordu. Gözü bir an, salonda alkoller ve bardakların durduğu masaya ilişti. ‘Biraz içebilir miyim?, gerçekten ihtiyacım var şuan’ dedi. Kafamı sağa çevirdim ‘iyi peki’ dercesine, çünkü beyefendinin elinde tuttuğu, sahip olduğum en pahalı içkiydi. Evet bay şanslı gerçekten talihin döndü galiba. Ben bunları düşünürken bardakların birinin içinde duran puroları da fark etti ve onlardan birini de eliyle göstererek, kafasıyla onay istedi. Onayladım ve içkiyi kadehe doldurdu, büyük bir yudum aldı, almasıyla öksürmeye başlaması bir oldu. Yaktı mı boğazını bay şanslı, işte böyle yapar adamı benim alkolüm. Resmen tanımadığım adama küsmüştüm oracıkta. Bıraksındı alkolümü, puromu. Ben kıyıp içemiyorum onları daha. Öksürüğü bitince ‘baya sertmiş’ dedi. Başımı ve kaşlarımı yukarı kaldırıp başka yere bakarak tribimi yaptım oracıkta.  Servetimdi onlar benim.
Pencerenin önündeki koltuğa oturdu. O kadar salaktı ki, mahallenin kızının evinde donlu bir adamın varlığının fark edilmeyeceğini düşünerek salınıyordu pencerenin önünde. ‘Herkesler bilecek oğlum eşkâlini, sen daha uyu bakalım’ dedim içimden. Karşımda elinde içkisi ve purosu oturuyordu. Koltuğun yanındaki ufak sehpadaki magazin dergisini gördü.
Dergiyi eline aldı ve tiksintiyle baktı ve ‘İşte bu papyonlu adamlar… Bu boyalı saçlı kadınlar yüzünden her şey…’ diye kendi kendine sayıklamaya başladı.
‘Onlar yüzünden buradayım ben…’ dedi ve bir anda ayağa fırladı.
‘SEN.. Onlar yüzünden bağlısın aslında ve ben hep onlar yüzünden böyle donla duruyorum!’
Streslenmişti. Beni de strese sokuyordu puştun evladı, hem evime gelip alkolümü içmişti, hem de babasının ahırı gibi bağırıp çağırıyordu. Artık adama karşı olan bütün sempatimi yitirmiştim. Kaşlarım çatılmıştı bir kere. Tam o anda telefonu çaldı. Bir anda siniri iğneyle çekilmiş gibi silindi adamın suratından, tam bir saniyede tüm suratı dehşet içindeydi. Benle göz göze geldi ve açtı telefonu. ‘Ne diyorsun, Mithat? Saçmalama, çok gizli davrandım, kimseye görünmedim. Çok dikkatliydim diyorum sana… yerimi bulmaları mümkün değil. Dur kapatma, ne yapıcam ben şimdi Mithat? Dur!’ Telefon belli ki yüzüne kapanmıştı. Birkaç saniye telefonun boş ekranına sonra da bana baktı. Benim de sinirim bir anda çekilmişti ve evet, şuan korkuyordum.
Kim peşindeydi bu adamın? Ne oluyordu? Ben de olaya dâhil olmuş muydum artık? Tıpkı bir tavşan gibi, bir kulağım bükük kalmıştım öylece. Göz göze geldik. Ve Bay Şanslı hızlıca içeri gitti, biraz sonra ıslak kıyafetlerini giymişti ve tekrar karşımdaydı. Yanıma geldi.
‘Özür dilerim. Rahatsızlık verdiğim için çok, çok üzgünüm.’
Sesi titriyordu, adeta bir kurbanlık koyun gibi çaresiz görünüyordu ve galiba gözleri dolmuştu. Arkama geçti, ellerimi çözdü.  Ayağa kalkıp yüzüme bir kere daha baktı, ‘Çok özür dilerim.’ dedi ve kapıdan çıkıp gitti. Hiç hareket edemedim, kilitlenip kalmıştım. Silkinerek bağların içinden çıktım ve yavaşça ağzımdaki bandı çıkardım.  Bir an ağzımdan hiç ses çıkmadı. Yaşadığım birkaç saat çok mantıksız geliyordu. Yaşanmamış gibiydi. Saate baktım 5 olmuştu. Hava aydınlanıyordu. Hala bir şey söyleyemiyordum. Masadaki şişeyi gördüm ve onu boğazımdan aşağı diktim. Yakmıştı beni de. Kafamı indirdiğimde koltuğun kenarındaki çantayı tekrar fark ettim, almayı unutmuştu. Tekrar tekrar çantaya dikiyordum gözümü.  İçerisine bakmak dahi istemiyordum. ne vardı ki içinde. para mı?, kesik kafa mı? ne vardı yani?
Ulan dedim, hangi beyinsiz olayın ortasında en önemli şeyi unutur gider. off. camdan atsam bi dert, açsam, yok etsem bi dert, arkasından mı koşıyım napıyım? stresle iş yaparsan olacağı bu. Mal mısın arkadaşım? salak mısın, mafya lan bu. zayıf halka bana çattı amk. dahil olmak istemiyorum ya ben bu işe. hem tecrübem yok hiç, leğende falan boğarlar beni. ölmek istemiyorum ben ya, daha gencim ben, daha üniversite bitecek, yüksek var daha, bankada birikmiş param var allahsız herif.
hay senin çantalı mafya zincirine de, şanslı donuna da ulan.
hay senin fonksiyonsuz beynine de, stresine de,
hay senle yarışıp geçemeyen sperme be.







1 Aralık 2010 Çarşamba

Arkadaşım, sen neyin peşindesin?

Bankam beni kara listeye almıştı. Okul çıkışında bankaya gittim, parayı bankamatikten ödeyeyim derken makine kartıma el koydu. Sinirlenerek bankaya giriş yaptım, sıra aldım ve beklemeye başladım.  Sinir ve stresim had safhadayken onu gördüm. Bankanın ortasında volta atıyor, zaten düzgün olan broşürleri daha da düzeltiyordu. Bankanın güvenlik görevlisiydi o. 
Kendisi 45-47 yaşlarında, uzun boylu, normal kiloda, biçimsiz vücutlu, kel ve gözlüklü bir adamdı. Yüzündeki en belirgin şey, alnındaki iki derin çizgiydi, hatta çizgi değil adeta birer yarık, birer kanyondu onlar. Bir miktar izledikçe çizgilerin nasıl oluştuğunu anladım, bu adamın kaşları sürekli olarak çatıktı. Sürekli suratında tatminsiz bir ifade, bir mutsuzluk,  bir ‘ne saçmalıyorsunuz siz?’ bakışı hâkimdi. Bu kadarı onu seçmek için yeterliydi, ondan iyisini mi bulacaktım sanki. Hemen ufak bir not defteri çıkarıp, ağırdan bir şeyler çiziktirmeye başladım.
Hedefim elleri arkasında kavuşturulmuş olarak bankayı dolaşıyor, arada da tüm kağıtları inceliyor, broşürler konusunda ise simetriden simetriye koşuyordu. Ya bir düzen hastasıydı bu adam ya da çok sıkılıyordu. Bankanın ortasındaki masasına oturdu, gazete okumaya başladı, gazeteyi görmeliydim. Bu önemli bir bilgiydi. Yerimden kalktım ve masasına yaklaştım, beni fark edince çerçevesiz gözlüklerinin üstünden bana baktı. Hemen kafamı kasalara çevirip, gözlerimi kısarak ‘benim sıram gelmedi mi ya?’ bakışı attım. Önüne döndü. Gazeteyi göremeden katladı ve çöpe fırlattı. Altında metal konstrüksiyonla alakalı bir dergi vardı. Bina iskeletleriyle dolu bir sayfaya neredeyse iki dakika boyunca baktı. Bu ilgi alanı bana orijinal gelmişti.  Dergiyi ilgiyle inceliyordu, fakat ilginç olan adamın hala suratsız oluşuydu,  önündeki kâğıt parçasına bile gıcık olduğu belliydi, içten içe bir gerginlik seziliyordu. Parmaklarına baktım yüzük yoktu. Demek ki ya bekâr ya da belki boşanmıştı. Stresi ve herkese güvensiz bakışları böyle açıklanabilirdi. Belki de broşürler gibi mesleğini de fazla ciddiye almış, strese girmiş olup, her müşteriye potansiyel bir tehlike olarak bakıyordu. Artık iletişim kurmalı, en azından sesini duymalıydım. Yanına gittim ve ‘bankamatik kartımı yuttu da..’ dedim. Şu bayanla konuşun dedi. Mecbur o tarafa gittim, adamın gözünden kaybolduğumda biraz bekleyip döndüm. Bu noktada ödevim için çıkarımım şuydu; adam konuşmayı pek sevmiyordu, fakat birkaç dakika sonra bu çıkarım; adam şarkı söylemeyi seviyor olacaktı, çünkü kendi kendine bir türkü mırıldandığını duymuştum. Bu cesaret istiyordu, hoşuma gitmişti.
Yaklaşık beş dakika sonra adam kapıya yöneldi. Güvenlik çıkıp nereye giderdi ki? Görevi buradaydı. Arkasından gitmeli miydim? Kasalardaki sayıya baktım bana 2 kişi vardı, sıram her an gelebilirdi! Kara liste mi? Sonkan hoca mı? Bir seçim yapmalıydım, durdum ve ‘Eeh! Bırak şimdi’ dedim! ‘bırak kara listeyi falan, adam ilk defa görevi dışında bir şey yapıyor, peşinden gitmeliyim.’ Ve sıra kağıdını buruşturup yere fırlatarak çıktım o bankadan. İlk kısım gerekli değildi ama kaptırmıştım kendimi. Peşinden gittim, hayır sigaraya çıkmamıştı, istiklalde aşağıya doğru yürüyordu. Bir ayakkabıcıya girdi. Ben dışarıdaydım. Biriyle selamlaştı ve ondan eczane poşeti  gibi bir şey aldı. Çıkıyordu, hemen ordan kaçmalıydım, bankaya koştum. 193! Sıram gelmişti! Kağıdım, kağıdımı bulmalıydım, attığım yerde duruyordu, yerden aldığım gibi kasaya koştum, ve o lanet borcumu ödedim. Kasadaki adama söyleyeceğimi söyleyip,  nutuğumu attıktan sonra tekrar iş başındaydım. Hala dışarıdaydı, bankanın önünde aynı adamla konuşuyordu. Yanlarına gittim bankanın camına dayandım ve çantamı karıştırmak suretiyle kamufle olmaya çalıştım. Dedikleri zar sor duyuluyordu ama, ayakkabıcı şunları dedi; ‘ benim çok işime yaradı, hanım da memnun, çok inceleme içini suya karıştır iç’. 
Adam içeri girmişti, bense dışarıda bekliyor, içeriyi dikizliyordum. Bankanın saksıdaki çiçeği sayesinde bir miktar kamufle olmuştum fakat mavi saçlarım hiç yardımcı olmuyordu. Ayrıca bu ne biçim güvenlik görevlisiydi, mavi saçlı, acayip bir kız elinde not defteriyle, bir şeyler yaza yaza neredeyse bir saattir içeriyi gözetliyor, adamın ruhu duymuyordu. Aklı başka bir yerdeydi belli ki! Tekrar iletişime geçmeli, içeri girmeliydim. Acaba tekrar sıra numarası alıp içeride otursa mıydım? Negatif! Banka kapanmak üzereydi, kimse yoktu, ortada kalırdım. Ayrıca tanınır ve şüphe çekerdim, kılık da değiştiremezdim çünkü Hollywood filminde değildim.  Kendime gelmeliydim bu sadece bir ödevdi fakat gizli görev kimliği çoktan bünyemi sarmıştı. Kapıya tekmeyi basıp, içeri girerek ‘FBI’ diye bağırmak istiyordum.
HEDEF: Güvenlik görevlisi.
FİZİKSEL ÖZELLİKLER: 1,80 boy, kel, gözlüklü, zayıf.
Peki ya ismi ne olabilirdi bu adamın? Sedat olabilir miydi? Negatif! Sedat için fazla hımbıldı. Peki ya murtaza? Hayır, o da çok muhafazakârdı. Belki Osman, ama hiçbir Osman metal konstrüksiyonla ilgilenmezdi bana göre. Bu duruş, kimseye güvenmeyen el kol hareketleri, gözlerdeki ‘sen neyin peşindesin?’ bakışı… ancak bir Nevzat, bir Ekrem olabilirdi bu adam.
Bekâr, mühendis ruhlu, cinsel hayatı problemli bir Ekrem. Özel güvenlik Ekrem.
Artık bu işe bir son vermeliydim, fakat önce son bir kez içeri girecektim, cam kapıya tıklattım. Ekrem kilitli kapıyı açtı, bakıyordu, ‘şey içeride bilekliğimi düşürmüşüm de bir bakabilir miyim?’ dedim. Yine cevap vermedi,kapıdan çekildi. Yalandan aranıyordum. ‘Nasıl bir şeydi?’ dedi. ‘ee kem küm, gümüş, düz bir şeydi’ dedim. Bu cevap hoşuna gitmedi. Ekrem yerlere bakınıyor bense tam bir sapık gibi erkemin üstüne başına bakıyordum.  ‘Yok’ dedi. ‘Sağlık olsun’ dedim. Cevap vermedi, çıktım. Dışarıda elim ayağım titriyordu. Tam bir sigara yakmanın vaktiydi fakat ne yazık ki bırakmıştım. Bu kadar heyecan bana yetmişti, çok da acıkmıştım, fakat görevi bırakmak istemiyordum. Adrenalin her şeydi. Bir karar vermeliydim, ya kendime ‘donut ve kahve’ alacak bir yer bulacaktım ya da buradan gitmeye karar vererek Kızılkayalarda  ‘ıslak’ yiyecektim. Bir anda ıslak hamburger düşüncesi beni içinde bulunduğum bu illüzyondan kurtardı. Her insan vücudu gibi benimki de lezzetli yiyecekler karşısında kayıtsız kalamıyordu. Islak hamburgeri seçtim ve erkeme son bir kez bakarak oradan uzaklaştım. Senin haberin yoktu Ekrem ama ben oradaydım ve senin peşindeydim.

sorbeniustana not; dışarı çıkıp herhangi birini gözlemleyip, sonra da hakkında yazı yazma çalışmasıdır. bu çalışma devam edecektir. Yeni hedefim olmak isteyenler; yorumlar kısmına iş,okul, ya da ev adreslerini bir vesikalık fotoğrafla birlikte bıraksınlar sonra da bütün evrakları 3. kattaki nebahat hanıma kaşeletip,  asansördeki salih beyin selamını alarak uzaklaşsınlar. orada zaten kime sorsalar gösterir.

5 Ekim 2010 Salı

Pişt. bak bi.

Ben bundan 5 yıl önce lise sondaydım sanırım, öyle okul-ev-dershane üçgeni arasında gidip gelirdim, arada resim çizerdim, bu halime pek benzemezdim. El cümle biraz da maldım açıkçası, sor neden? mal olmasam 4 yıl sevmediğim bir bölüm okuyacam diye 2 yıl öss bokuna hazırlanmaz, kimin olduğu belli olmayan bu kadar kahrı da boşuna çekmezdim. 

Şimdi dönsem o zamana,  kendimi lisede öğlen teneffüsünde sıkıştırırdım. Fakat bunu yapmak için bir çarşamba gününü beklerdim, çünkü bir öğrenciyi en şoke edecek şeyler genelde çarşamba günleri yaşanır, haftanın ortasıdır ve her hafta yaptıklarımızı tekrar ettiğimizin en bariz olduğu, ne hafta başına ne tatile yakın olan, en gıcık gündür. orta 1 gibi. neyse. Çarsamba tam geçmişe dönmelik gündür. 
            

Dediğim gibi eğer imkan verilseydi zaman makinesi aletini kurar, lisede bir çarşamba gününe, saat 12 civarı tam öğlen teneffüsünde ışınlanırdım. Hatta bizim lisede kantinin arka tarafında bahçeye de açılan bir kömürlük var, tam oraya ışınlanır, maksimum bir iki kömür çuvalı devirir, kimseyi şaşırtıp bayıltmadan arka kapıdan bahçeye fıyar, lise ortamına akardım. Kendime bakmadan önce bir ortalıkta gezinirdim, çünkü kendime niye bakayım, kendim zaten sıkıcı, ben öğüdümü verip çıkıcam, önce bir ortalıkta takılır başkalarını gözlemlerdim. Yaz günü olduğunu hayal ediyorum , muhtemelen öğle tenefüsü olduğundan lise sonlar bizim nacizane 4 taş ve bir toptan oluşan futbol ekipmanımızı kapmış, 9.sınıfların ağzının suyunu akıtarak futbol oynuyorlardır. Bununla birlikte okul etrafında birbirlerine belirli uzaklıklarla turlayan  3lü 5li kız grupları vardır.
           Bunlara çok çakılmadan aralarından uzaklaşmaya çalışırım hemen, çünkü bilirsiniz ki 'çokyüz' kişinin aynı formayı giydiği ve maksimum gömleğini dışına çıkararak ve kravat takmayarak asileşebildiği bir ortamda serbest kıyafetle geniş geniş gezinen biri hoş karşılanmayacaktır. Dolayısıyla hemen ön bahçeye sıvışırım. Orada kendimi muhtemelen ya kaldırımda oturmuş muhabbet ederken ya da okulun etrafında tur atarken bulurdum. Kendimi gözüme kestirdiğim anda, bahçede bulunan tek tük banklardan birine gider; banka değil de tam bir asi gibi bankın arkaya yaslanma kısmına oturur, gözümü diker kendimi keserdim. evet öyle dik dik bakardım ona. Hatta birinin onu dövdürmek için yan mahallenin kro kızını ayarladığı izlenimini verirdim. Bu benden tırsmasını sağlayacaktır. Arkadaşlarıyla yanımdan geçerken 'Pişt, bak bi!' derim. 'Pişt sen sen, gel bi bakiyim buraya' diye de devam ederim. Eğer yanında erkek biri ya da bana acayip acayip bakan biri varsa da, yere bakarak ve kafamı hafif sola eğerek, sağ elimi  'dur orda' anlamında kaldırır, tam bir veli gibi 'hadi siz de dersinize' derim. Bir tereddüt sezersem de 'dağılın lan!' diye ufaktan volüm arttırırım. Böylelikle yeterli korkutuculuktaki 'reis' ortamını sağlamış olurum. Yanıma geldiğinde sol elimi omzuna atarak kendisini özgüvensiz bir pozisyona sokar ve suratına tepeden bakarım. Diğer elimle ise cebimden bir ıphone çıkarırım,işte bu bütün planımın işleyişindeki en mühim noktadır. Ipodla biraz oynar, rehpere falan girer, ekranı sağa sola oynatırım, böylece 'işte benim geldiğim yer ve zamandaki teknoloji bu, istesek senin beynini patlatırız!' derim, ve beklerim, ta ki suratında Marty Mcfly'ın, Delorean'ı gördüğü zaman ki ifade oluşana kadar. İşte o an geldiğinde kendimi kendi karşıma alırım ve derim ki, 'Bak, ben buraya çok uzaklardan, fakat çok kısa zamanda geldim, ışınlandım olum ben buraya!! Bu yüzden benden kork! fakat aynı zamanda beni sev ve bana inan, beni bir çeşit 'alf' gibi düşün!! Beni bir yerden gözün ısırıyor, kim olduğumu düşünüyorsun. Biliyorum. Nerden mi biliyorum? Çünkü ben.. ben senin aklını da okuyorum!! O kadar da şekilim işte, ışınlandım diyorum lan iyi dinlesene! Bak, farkındayım ki aklın bir karış havada, daha hala ne olacağına karar veremedin, 'içmimar mı olaydım, annem iç mimar zaten..' bıdı bıdı konuşuyorsun. Bırak bu işleri! Senin elin kalem tutuyo, çok güzel çizim yapıyosun, grafik tasarım diye bişey var geleceğin mesleği!! elimdeki aleti gördün, bana inanmıcan da kime inanıcan!! Sakın ha öss de sevmediğin hatta daha da kötüsü hiç bilmediğin 'ya aslında mimarlığa yakınmış, geçiş yaparım' ya da ' önemli olan okul ismi zaten bölüm değil ben o okulu kazanayım da..' falan gibi düşüncelerle saçma sapan bir bölümü okuma, sonra maazallah 'girdik artık bitirmek lazım' düşüncesiyle gaza gelir bitirirsin. Al başına belayı! 4 yılın heba olur, başa dönersin vallahi! aha bugünkü kafanla 'ben ne olaydım ki acaba' diye düşünür durursun. Ayrıca sakın mal gibi sigaraya başlama 20'n den sonra, bak hazır lise bitecek içmemişsin durmuşsun bu yaşa kadar, bırak öyle kalsın, zaten sana alerji yapar o bak ben sana söyleyim. Mesela şuan öss falan da sallamıyosun hiç farkındayım, 'bi yıl daha çalışır kasarım, ilk yıldan herkes giremiyo ki zaten' kafasındasın. Bak o yıllar alır yürür sonra! sen öss'ye ilk yıldan giremessen, üniversiteyi falan boşver, güzel sertifika programları var onlara git paşalar gibi iki yıl. Al sertifikanı gir işine sonra güzel güzel yuvarlanır gidersin. Dışarıda kendine iki bira alacak paran olsun! Farkındayım gözlerin büyüdü, aklın yürüdü şuan! En büyük problemin Mehmet hocanın dersine bi yerden ceket bulup girebilmekken, böyle şeyler soktum kafana, ama yeminle seni sevdiğimden hep. Şimdi söz ver bana, bu dediklerimi yapıcak mısın? Eğer annenler, teyzenler, hiç tanımadığın diğer teyzeler sana 'bir yere gir de oku, mezun olunca düşünürsün' derlerse çığlığı basarak oradan kaçacakmısın? Çeşitli akrabaların oğulları,kızları mühendisliklere girdiğinde kendini mutsuz hissetmeden sertifika programında istediğin şeyi okuyacak mısın? o azmin olacak mı? olmalı!  Eğer bunların hiçbirini yapamassan şunu unutma, sabancı diye bir gerçeklik de var! onu örnek al kendine, bir arkadaşım demişti ki, 'paran varsa hemen koş o parayla 3 tane limon al!' ordan sonrası kendi kendine, oh mis. Bari zengin olursun fena mı?
            İşte bunları istiyorum senden. Bu kadar yolu bunları söylemek için geldim. Hadi bakalım! Hadi şimdi dersine git, arkadaşlarına koş, kafana göre takıl, sen dersine girdiğinde ben çok uzaklarda olacağım...
yalnız gitmeden bana aşağıdan bi tavuk döner kap gel, yolluk olur, pattesini bol koydur, ekmeği de bastır.
hadi koş, çabuk ol bak bekliyorum burda ha!! 
İşim gücüm var benim, daha kaç ışın yılı yol gitcem!!




7 Eylül 2010 Salı

Biri bakarken yazamıyorum

Edinilen hayran sayısı:1
İşte herşey böyle başladı.Artık bir hayranım vardı ve dünyalar benimdi. Akşam eve geldim, adeta bir kurtlu gibi açtım blog sayfasını, fakat aklıma hiç birşey gelmiyordu. Halbuki zaten 'sevgi emektir' gibi şeyler yazmadığım için çok kasmama da gerek yoktu, fakat olmuyordu işte. Bir türlü eskisi kadar komik ve müthiş olamıyordum.

'Noluyo lan dedim, başlarım böyle işe!'
İlham perime sordum;  'abla sen başlıcaksın ki devamını ben getireyim' dedi gitti.
Bir yöntem olarak dedim ki 'açayım, önceki yazdıklarıma bakayım, kendi yazdıklarımı okuyayım da, bir fikir alayım.' Sonuçta ne demiş Ricky Martin 'Livin la vida loca' yani 'ne varsa eskide vardır, eskisini bilmeyen siktirsin gitsin'.

Tam o sıra ananem aklıma geldi, yaşlıydı, eski sayılırdı. Bilgeliğiyle bana akıl verebilir, eskilerden bir atasözü söyleyerek belkide zihnimi açabilirdi. Hemen kendisinin yanına indim, fasulye ayıklıyordu. Yanına oturdum. Fasulyeleri bir bir kırarken kaçamak gözlerle kendisine bakıyordum.

-'naber anane?' cevap gelmedi.
-'anane ya benim bi sıkıntım var,yazı yazıcam ben ama aklıma bişey gelmiyo,napayım?'
-'ney?'
ananem sorunu anlamamıştı ama bir sorun olduğunu kavramıştı bu sebeple şunları söyledi.
-'ben sizi okuyup üflüyorum kızım, sen canını sıkma'

peki deyip kalktım, okuyup üflenmenin ne zaman aktif olacağını bilmiyordum, mutsuzdum
eski yazdıklarım arasında gidip gelmeye devam ederken bir anda herşey ortaya çıktı, ayan beyan ak pak ortadaydı.
Ben,
sadece sıkıldığımda yazıyordum.

Yazılarımın ortak noktası buydu. hatta blog açmamın bile sebebi bu değil miydi zaten? Evde sıkılıp, düşünmeden yazıyordum işte, rahattım çünkü kimse okumuyor,sallamıyor gibi düşünüyordum. Bu özgürlüğümdü, fakat edindiğim hayranım bunu elimden almıştı. Artık kendimi o ve onun gibilere beğendirmek zorundaydım. sanki kenarda burnumu karıştırırken birden sahne ışıkları üzerime açılmıştı.
Tekrar yazabilmem için gerekeni biliyordum, evet bana o lazımdı,lanet olası şey belkide dünyada sadece bana gerekliydi şuan.
bana sıkıntı gerekti.

Yıllarca derdim olan şey şuan ilacımdı, michael jackson gibi ghı ghı diyerek hıçkırıklarla ağlamak istiyordum. kendi canımı sıkmam gerekliydi ama dertle tasayla değil, tamamen zihnimi serbest bırakmam gerekliydi, boş olacaktı, bomboş. Biliyordum ki sıkıntı böylelikle beni de bulacaktı.Durdum, hiçbirşey yapmadım. Bilgisayardaki tüm sekmeleri kapadım boş boş ekrana baktım, fakat zihnimde dönüyordu. Sik gibi ne yaptıysam da gülesim geliyordu, herşeye eğlenesim vardı.

En son çare olarak bir çivi çiviyi söker yöntemi denemeye karar verdim. ve beni bugüne kadar en çok güldüren en eğlendiren siteye, youtube'a tıkladım.

Beni güldürerek sandalyeden düşürebilen bir site belki aynı oranda sıkıcı da olabilirdi.
Hemen arama butonuna 'most boring video' yazdım ve ilk çıkana tıkladım. Videoda bir karton, beyaz boya ve bir sümüklü böcek vardı, sümüklü böcek yürüyecek gibi duruyordu ama asla yürümedi, beyaz boya ne anlama geliyordu?
Sebat ettim izlemeye devam ettim fakat video açıldıktan muhtemelen 1 dk içinde sıkıntıdan kendimden geçmişim. Kendime geldiğimde bu okuduklarınızın bir kısmını yazmıştım.

O videoyu çok merak ettiğinizi biliyorum. bunu size yapmak istemezdim, bu videoyu izlerseniz telefonda biri size 7 gün içinde öleceğinizi söylemeyecek belki ama içinizde oluşacak boşluk, 'bu ne mınakoin' hissi,  videoda oynamamak için direnmemiş olan sümüklü böceğe duyulan nefret  inanın en beteri!

yine de işte adres; http://www.youtube.com/watch?v=ogY44aX5pHU
benden çıktı.
had.




27 Ağustos 2010 Cuma

Diğer boyutlarda ben


Geçenlerde öğrendim ki, bir teori insanların yapmadığı her seçimin uzantılarının başka boyutlarda yaşandığını ve mesela farklı farklı hayatlar yaşayan benlerin diğer boyutlarda takıldığını söylüyormuş. Eğer öyleyse muhtemelen diğer boyutlardaki benler disneylandı görmüş, Prag'da absinth içmiş, las vegasta parasını 3e 5e katlamış ve de beyaz kumsallarda güneşlenmiş denize falan girmişlerdir ve hatta da okyanuslarda yunuslarla dalışlar gerçekleştirmiştir. ve bu boyutlardan birinde eğer zaman makinası bulunduysa, o ben de dinazorlardan kaçmış, İngiltere asilzadeleriyle kabarık elbiseler ve göğüs dekolteleri arasında çay hüpürdetmiş, Romayı Romayken görmüş ve sokratesciğimle sohbet muhabbet gününü gün etmiştir. Hiç sıkılmıyolardır ibneler.

Bir de bu boyutta takılan ben e bakalım; okulunu bitirdi, geziyor tozuyor fakat öyle über ilginç bişey yok. para da yok zaten. o kadar sinir oluyorum ki en dandik boyuta ben düşmüşüm demek ki. başka benler gününü gün etsin ben burda sıkılayım aksiyonsuz hayat yaşıyayım. ulan en azından bi zombi salgını olsaydı ya da hadi onu da geç şu jackie chan ayağıma kadar istanbula geldi, onu da göremeden bi naber diyemeden gitti. bak hepsi üst üste aklıma geldiler şimdi iyice darlandım.

Bu dediğim şeylerin çoğu için kaç para gerekir diye hesaplamaya giriştim geçen gün, yok dedim biriktir biriktir nereye kadar, olacak iş değil. bir de bu boyutta işler çok yavaş ilerliyor, yani burdan diğer boyutlara atlama teknolojisine de ben yetişemem, bu da bir gerçek. demek ki hem burda sıkışıp kalmışım hem de ben olacak diğerleri bana bilim yoluyla selam yolluyolar. En azından keşke haberini almasaydım şu diğer boyutların iyice çekilmez oldu buralar.

Son bir ümit olarak bu istediğim şeyleri cennette istemek var. Mesela 'ben hep çok iyi bir kız oldum, şimdi brontosaurusun üstüne binicem öyle dere tepe gezicem.' yada 'şimdi de Da Vincinin yanında bitivereyim bakayım napıyo eciş bücüş, tarihe tanıklık edeyim' işte ben böyle takılmak istiyorum eğleneyim, aksiyon yaşayayım, gizli kapaklı şeylerin peşinden koşayım. bunları bana verebilecek şey cennetse ve cennet yoksa, yada varsa bile böyle yeşilin doğanın içinde şelale başında oturup kitap okunan biyerse gerçekten çok sinir olucam ve ölümden sonraki hayatımı sinir sahibi bir insan olarak geçiricem.

Bir son ümit daha mayalarda, şu maya takvimi 2012 diyor, kıyamet diyor ya kimisi onu kıyamet değil de boyut değişimi olacak şeklinde yorumluyormuş. öyle ise diğer boyuttaki hayatımı en süper şekilde yaşarım vallahi, hatta bilim insanı olur uğraşır didinir mayalara samimi bir teşekkür mektubu yollamaya da çalışırım.Eh birşey de kalmadı 2012ye yetiştim, gençliğimin baharındayım, vallahi ilaç gibi gelir şimdi yeni boyut!!

2 Şubat 2010 Salı

Yaptığımı yapmayın!


Sıcak bir pazar günüydü ve programlar klasörüne tıklamamla başladı her şey.  Bir tık daha sonra oradaydı, parıldayarak, şeytani bir gülümsemeyle bana bakıyordu.
 'SOLİTAİRE'
Oynamak zorundaydım, o siyah kartların altına gelecek olan kırmızı kartları, hele hele bir de sırasıyla dizmek zorundaydım evet.
Bir an için iradem ortaya çıktı 'hayır’ dedi ‘yapma, kapılacaksın, parmağın felç geçirecek, beynin ziyan olacak!'
Gözlerimi kısarak kafamı çevirdim, parmaklarım titriyordu. Sonra durdum o sıkıldığım tüm anları, geçmeyen saatleri düşündüm. Bunun karşılığında ruhumu ‘soliter’ e satacaktım!
 İradem hala umutluydu benden 'hadi' dedi 'kapat'. Her şey beynimde dönüyordu kafamı kaldırdım ve irademe dönerek şöyle dedim ‘skerler lan, yetti mind gamelerinizlen uğraştığım. oynuyorum işte,  bas git !'

Oynadım, buldum, dizdim. Bana hamle sayısı bitti dedi. Oyun tıkandı dedi. Daha gidemezsin dedi! Dedim ‘bir daha dağıt’,‘doldur hancı’ dedim! Dağıttı, bir daha, bir daha ve bir daha! Artık onun ellerindeydim o dağıtıyor bense oyunu kilitliyordum.
Her seferinde kendime 'Tamam bir el sonra kapatıyorum' dedim, hangimiz demedik ki! 
Bir anda odanın dışından, sanki çok uzaklardan bir ses geldi. Bu onun sesiydi. Normalde bana seslendiğinde pek sallamadığım, gel dediğinde gitmediğim ses, kardeşimin sesi.
Şöyle bağırıyordu ' ablaaa, gel patates köfte yapıyorum, yiyeliiiiiim!'
İşte bu cümle, o kelimeler beni gaflet uykusundan uyandırdı, ardından o koku, güzelim patates ve köftenin kokusu ise bir tokat gibi suratıma indi.
Adeta ayılmıştım!
Fakat kuantum hala benden yana değildi, çünkü birbirlerinden ayrı duran bir siyah 9 ve bir kırmızı 8 gözümün içine içine bakıyordu.
Tam içine geri çekilmek üzereyken kardeşim sözleriyle ‘Soliter’e esas darbeyi vurdu;
 'ablağ, hadi gel sofrayı da kurdum!'

Artık orada duramazdım, köfte ve patates tutkusu ‘Soliter’in çok üzerinde bir şeydi.
Benzeri yoktu. 
Hafif yanmış ama içi de pişmiş, yumuşacık köfteler. 
Kendimden geçerek yemişim.

Bilirsiniz, nerede biri köfte patatese ‘ıyy’ dese,
bir yerlerde bir patates çürür,
bir köfte arkamızdan ağlarmış!



31 Ocak 2010 Pazar

Köpek Kuralları




1- sevdiğim birşey benimdir.
2-ağzımdaki birşey benimdir.
3-senden zorla aldığım birşey benimdir.
4-bir süre önce benim elime geçmiş birşey benimdir.
5-benim olan birşeyin senin olması mümkün değildir.
6-çiğnediğim bişeyin tüm parçacıkları benimdir.
7-bana ait görünen her şey benimdir.
8-ilk ben gördüysem benimdir.
9-oynadığın birşeyi yere koyarsan, otomatikman benimdir.
10-kırılmış birşey senindir.
.
.
.
11- Benim değil ve yenmeyecek bir şeyse, üzerine işerim. (Baron Von plastik)




Çember Yasası








Çember yasasına göre;
eğer birşey doğruysa,
herşey doğrudur.



30 Ocak 2010 Cumartesi

çok sıkılmak önemli

çok sıkılmak önemlidir, çünkü size önceleri saçma gelebilecek şeyleri yaptırır.
dönüm noktası olur. misal blog açmak.
sıkıntı motivasyondur.
çünkü kabul edelim, yazarken kendi kendimize konuşuyoruz ve bu çok da akıllıca değil.
delirdik mi? hayır. 

not: birkaç bilgenin şarkılarında bahsettiği gibi..
'life, you are boring and fucked up' blink182

ilk ne yazılır?

Gezegen halkaları adına;
Bloğumuz halka açılmıştır, dinimiz amin.
Pek çok önemli bilgi içeren teorilerim ile sizleri neşelendirmek amacındayım. 
Bu arada benim türkçem pek bir gariptir.
Birleşmesi gereken de'leri ayırabilirim.
ayrı olan ki'lere sevgi gösterebilirim.
Baştan söyleyim.
Sonra bu nasıl blog, bu nasıl bilmemne, vızdıklamayın!

peki ben kimim?
bunu asla bilemeyeceğiz.

kısaca şöyle; gotik değilim, metalci değilim, rockçı punkçı değilim, popçu değilim, arabesk değilim, emo değilim, tiki değilim, kedi değilim, zürafa değilim, sincap olmak çok istedim kısmet olmadı.
bir yandan tüm bunları ayrı ayrı sevebilirim o belli olmaz.
anlaşıldığı üzere hiç birşey belli değil.
ama çok süperimdir, o net.

bilare gelirim teorilerimden de bahsederiz.
had.